Dünyanın Geleceği İçin Şehirlerin Biyoçeşitliliğini Artırmak Şart
Dünya GSYİH’sinin %80’ini oluşturarak küresel ekonominin temelinde yer alan şehirler, kırsaldan göç ve artan nüfusla birlikte hızla büyüyor. Öyle ki karbon emisyonunun %70’inden tek başına şehirler sorumlu. Bu da yerel ekosistemlerin bozulmasını ve habitatların kaybolmasını beraberinde getirdi. Bunlar da küresel iklim krizinin hiç olmadığı kadar hızlı bir şekilde artmasına yol açtı. World Economic Forum tarafından yayımlanan BiodiverCities by 2030: Transforming Cities’ Relationship with Nature başlıklı rapor da şehirlerdeki biyoçeşitlilik ve iklim krizi ile mücadele konusunda birçok bulgu paylaşıyor ve yol gösterecek öneriler sunuyor.
İklim krizine karşı başarısızlık, aşırı hava koşulları ve biyolojik çeşitlilik kaybını, insanlığın önümüzdeki 10 yıl içinde karşılaşacağı ilk üç risk olarak sıralayan World Economic Forum, doğadan güç alarak şehirlerin biyoçeşitlilik üzerindeki etkisini azaltacak ve iklim değişikliğinin etkilerini yavaşlatacak çerçeveyi çiziyor.
2030 yılına kadar dünya nüfusunun %66’sının şehirlerde yaşaması bekleniyor. Birleşmiş milletlerin bu verilerine göre her 3 kişiden 2’si şehir sakini olacak. 2050’ye gelindiğinde ise bu oranın %75 olacağı tahmin ediliyor. Bu da şehirleşmenin kontrolsüz bir hızla ve plansızca artabileceği anlamına geliyor. Bu kontrolsüzlük ise eğer önlem alınmazsa doğayı merkeze alarak değil de adeta doğaya karşı bir savaş olarak karşımıza çıkacak.
Verilere göre günümüzde yaklaşık 4.4 milyar insanın yaşadığı şehirlerin kentsel ayak izi çok daha hızlı artıyor. 1990-2015 yılları arasında kentsel nüfus oranı 1.9 kat artarken kentsel ayak izi ise yaklaşık 2.5 kat artmış. Aslında şehirler, karasal alanların çok az bir kısmını kapsıyor. Dünyanın buzsuz arazi yüzeyinin sadece %1’ini kaplayan şehirler, karbon emisyonunun ise %70’inden sorumlu. Bu da plansız şehirleşmenin bir sonucu. Artan emisyon oranı nedeniyle hızlanan iklim değişikliği ise küresel biyoçeşitliliğin %11-16’sının kaybolmasına yol açmış durumda. Geçtiğimiz dönemde gündemi işgal eden Avusturalya orman yangınları da bu krizin bir sonucu. Sadece bu yangınlarda 3 milyar karasal omurgalının öldüğü veya yaşam alanını kaybettiği açıklanmıştı. Bazı canlı türlerinin ise nesli tükenmişti.
Yapılan analizlere göre dünyanın biyolojik etkin noktalarında yer alan 423 şehrin 383’ünün büyüyeceği tahmin ediliyor. Üstelik bu büyüme, biyolojik çeşitliliğin en yoğun olduğu tropikal nemli ormanlara yayılma şeklinde olacak. Bu tür bir yayılma; doğal yaşam alanlarının, flora ve faunaların, hava kalitesinin ve su kaynaklarının tehlikede olduğu anlamına geliyor. Bu da ortama sıcaklık artışına, yağış rejimlerinin değişmesine, aşırı hava olaylarının çok sık yaşanmasına, su kaynaklarının kalitesinin düşmesine, sellere ve kuraklığa, gıda güvenliğinin tehlikeli boyuta erişmesine yol açacak. Öyle ki günümüzde dünyanın en büyük şehir merkezlerinde yaşayan 1.4 milyardan fazla insan, kısa vadede nüfus yoğunluğu, aşırı sıcaklık, hava ve su kirliliği gibi doğal tehlikeler tarafından tehdit edilir durumda. Yalnızca sel kaynaklı zararların 2030 yılına kadar ikiye katlanması, deniz seviyesinin yükselmesi gibi nedenlerle 5 trilyon dolarlık mali kaybın yaşanacağı tahmin ediliyor. Kuraklık nedeniyle de 400 milyondan fazla insanın risk altında olduğu düşünülüyor.
Oysa doğaya dayalı altyapı çözümleri ile şehirlerin biyolojik çeşitlilik üzerindeki etkileri azaltılabilir. Ancak verilere göre karbon emisyonunu azaltmaya yarayacak doğa dostu altyapı alternatifleri, %50 daha uygun maliyetli olmalarına rağmen 2021’de kentsel altyapıya yapılan toplam harcamanın yalnızca %0.3’ünü almış.
Şehirlerde biyoçeşitliliğin artırılması için yapılması gerekenler ise doğal alanları koruma altına alacak kararların hayata geçirilmesi, şehirlerin karbondan arındırılması için altyapı ve üstyapı faaliyetlerinin kararlı şekilde uygulanması, var olan şehirlerin dönüşümlerinin hızlandırılması, kirletilen yeşil alanlar ve doğal kaynakların temizliği için geniş kaynaklar ayrılması ve toplu ağaç dikme gibi faaliyetlerin artmasını sağlamak. Ayrıca su kaynaklarını temizlemek, şehir merkezlerini ve ana caddeleri yeşil koridorlara dönüştürmek, çatıları yeşil çatı uygulamalarıyla donatmak da ilk aşamada yapılabilecekler arasında.
Yani geçici çözümler sunan ya da sorunun varlığını reddeden klasik şehircilik anlayışı yerine doğa-şehir uyumunu sağlayacak yeni bir şehircilik modelini benimsemek şart. Çünkü ormanlara, doğal alanlara, tatlı su kaynaklarına doğru genişlemeyi kapsayan plansız şehirciliğin bugüne ve geleceğe ciddi zararlar verdiği artık kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
İklim krizine karşı başarısızlık, aşırı hava koşulları ve biyolojik çeşitlilik kaybını, insanlığın önümüzdeki 10 yıl içinde karşılaşacağı ilk üç risk olarak sıralayan World Economic Forum, doğadan güç alarak şehirlerin biyoçeşitlilik üzerindeki etkisini azaltacak ve iklim değişikliğinin etkilerini yavaşlatacak çerçeveyi çiziyor.
2030 yılına kadar dünya nüfusunun %66’sının şehirlerde yaşaması bekleniyor. Birleşmiş milletlerin bu verilerine göre her 3 kişiden 2’si şehir sakini olacak. 2050’ye gelindiğinde ise bu oranın %75 olacağı tahmin ediliyor. Bu da şehirleşmenin kontrolsüz bir hızla ve plansızca artabileceği anlamına geliyor. Bu kontrolsüzlük ise eğer önlem alınmazsa doğayı merkeze alarak değil de adeta doğaya karşı bir savaş olarak karşımıza çıkacak.
Verilere göre günümüzde yaklaşık 4.4 milyar insanın yaşadığı şehirlerin kentsel ayak izi çok daha hızlı artıyor. 1990-2015 yılları arasında kentsel nüfus oranı 1.9 kat artarken kentsel ayak izi ise yaklaşık 2.5 kat artmış. Aslında şehirler, karasal alanların çok az bir kısmını kapsıyor. Dünyanın buzsuz arazi yüzeyinin sadece %1’ini kaplayan şehirler, karbon emisyonunun ise %70’inden sorumlu. Bu da plansız şehirleşmenin bir sonucu. Artan emisyon oranı nedeniyle hızlanan iklim değişikliği ise küresel biyoçeşitliliğin %11-16’sının kaybolmasına yol açmış durumda. Geçtiğimiz dönemde gündemi işgal eden Avusturalya orman yangınları da bu krizin bir sonucu. Sadece bu yangınlarda 3 milyar karasal omurgalının öldüğü veya yaşam alanını kaybettiği açıklanmıştı. Bazı canlı türlerinin ise nesli tükenmişti.
Yapılan analizlere göre dünyanın biyolojik etkin noktalarında yer alan 423 şehrin 383’ünün büyüyeceği tahmin ediliyor. Üstelik bu büyüme, biyolojik çeşitliliğin en yoğun olduğu tropikal nemli ormanlara yayılma şeklinde olacak. Bu tür bir yayılma; doğal yaşam alanlarının, flora ve faunaların, hava kalitesinin ve su kaynaklarının tehlikede olduğu anlamına geliyor. Bu da ortama sıcaklık artışına, yağış rejimlerinin değişmesine, aşırı hava olaylarının çok sık yaşanmasına, su kaynaklarının kalitesinin düşmesine, sellere ve kuraklığa, gıda güvenliğinin tehlikeli boyuta erişmesine yol açacak. Öyle ki günümüzde dünyanın en büyük şehir merkezlerinde yaşayan 1.4 milyardan fazla insan, kısa vadede nüfus yoğunluğu, aşırı sıcaklık, hava ve su kirliliği gibi doğal tehlikeler tarafından tehdit edilir durumda. Yalnızca sel kaynaklı zararların 2030 yılına kadar ikiye katlanması, deniz seviyesinin yükselmesi gibi nedenlerle 5 trilyon dolarlık mali kaybın yaşanacağı tahmin ediliyor. Kuraklık nedeniyle de 400 milyondan fazla insanın risk altında olduğu düşünülüyor.
Oysa doğaya dayalı altyapı çözümleri ile şehirlerin biyolojik çeşitlilik üzerindeki etkileri azaltılabilir. Ancak verilere göre karbon emisyonunu azaltmaya yarayacak doğa dostu altyapı alternatifleri, %50 daha uygun maliyetli olmalarına rağmen 2021’de kentsel altyapıya yapılan toplam harcamanın yalnızca %0.3’ünü almış.
Şehirlerde biyoçeşitliliğin artırılması için yapılması gerekenler ise doğal alanları koruma altına alacak kararların hayata geçirilmesi, şehirlerin karbondan arındırılması için altyapı ve üstyapı faaliyetlerinin kararlı şekilde uygulanması, var olan şehirlerin dönüşümlerinin hızlandırılması, kirletilen yeşil alanlar ve doğal kaynakların temizliği için geniş kaynaklar ayrılması ve toplu ağaç dikme gibi faaliyetlerin artmasını sağlamak. Ayrıca su kaynaklarını temizlemek, şehir merkezlerini ve ana caddeleri yeşil koridorlara dönüştürmek, çatıları yeşil çatı uygulamalarıyla donatmak da ilk aşamada yapılabilecekler arasında.
Yani geçici çözümler sunan ya da sorunun varlığını reddeden klasik şehircilik anlayışı yerine doğa-şehir uyumunu sağlayacak yeni bir şehircilik modelini benimsemek şart. Çünkü ormanlara, doğal alanlara, tatlı su kaynaklarına doğru genişlemeyi kapsayan plansız şehirciliğin bugüne ve geleceğe ciddi zararlar verdiği artık kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımızda duruyor.